Helicobacter Pylori: Midemizin Gizli Sakini

Helicobacter Pylori: Midemizin Gizli Sakini

1982 yılında kendisini denek yaparak mide ülserinin konusundaki teorileri yıkmaya çalışan Barry Marshall bu buluşundan 23 yıl sonra Nobel Tıp Ödülü'ne kavuştu

1982 yılında kendisini denek yaparak mide ülserinin nedeni konusundaki teorileri yıkmaya çalışan Barry Marshall bu buluşundan 23 yıl sonra Nobel Tıp Ödülü'ne kavuştu 

Bundan 24 yıl önce Avustralyalı tıp doktoru Barry Marschall Helicobacter pylori bakterisinin bir kültürünü bizzat yutarak bu bakterinin akut gastrite neden olduğunu kendi üzerinde gösterdi. Kendisiyle birlikte Patolog arkadaşı Robin Warren’ı bu fikre getiren olay takip ettikleri hemen hemen tüm gastri, ülser ve mide kanseri hastalarının midesinde bu mikroorganizmaya rastlamış olmalarıydı. O dönemde bilim dünyası bu açıklamaya şüphe ile yaklaşmıştı, çünkü mide ve onikiparmak bağırsağı ülseri ile benzeri rahatsızlıkların temel nedeni olarak aşırı asit salgısı gösteriliyordu. Dahası bu kadar aşırı asidik bir ortamda bir eninde sonunda bir canlı organizma olan bir bakteri nasıl yaşayabilirdi ki? Ne var ki, geçen zaman bu iki arkadaşı haklı çıkardı ve sonunda 2005 yılında bu buluşlarından dolayı Nobel Tıp Ödülü ile onurlandırıldılar. 

Eskiden ülser hastaları hekimlerin devamlı müşterisi olma niteliğini kazanıyordu. Günümüz bilgilerin ışığında ise bu bakteriye yönelik antibiyotik tedavisinin de eklenmesiyle ülser artık kronik bir hastalık olmaktan çıkarıldı. Yine Helicobacter'in bulunmasıyla daha önceleri ülserin doğrudan faili gibi görülen stres ve sigara gibi nedenler artık daha ziyade risk faktörü olarak anılmaya başlandı. Midesinde yerleşik Helicobacter bulunduran kişiler bu gibi risk faktörlerinin yanında bazı ilaçlara da (ağrı kesiciler, aspirin, antiromatizmal ilaçlar gibi) aşırı hassasiyet gösterebilmekte ve sonuçta bu uyaranlarla ülser oluşumu tetiklenebilmektedir. 

Dünya toplumunun yaklaşık yarısının bu bakteriyi midesinde barındırdığı hesaplanmaktadır. Bu özelliğiyle Helicobacter pylori dünyanın en yaygın enfeksiyon hastalığı olma özelliğini taşıdığı da söylenebilir. Yine de bu bakterinin bağırsağımızda bol miktarda bulunan ve normal bağırsak florasını oluşturan diğer bakteriler gibi bulunduğu bölgede birtakım fizyolojik işlevlere de hizmet edip etmediği merak konusu. Bir milimetrenin 3000’de biri büyüklüğündeki Helicobacter pylori mide mukozası içerisinde yaşarken kendisini mide asidinden korumak için bazik tabiatlı amonyakla kaplı bir hücre zarına sahip. Kişiden kişiye geçişin daha erken çocukluk çağında, olasılıkla eksik hijyen ve aile içi ortak çatal-kaşık kullanımı gibi davranışlarla, ortaya çıktığı düşünülüyor. Bakterinin iğneye benzer çıkıntıları ile mukoza hücrelerine temas etmesiyle bağışıklık sistemini tetikleniyor ve enfeksiyon reaksiyonları ortaya çıkıyor. Asit salgısının artırıcı özellikleri yanında mukoza tabakasına zarar verici toksinler de sagılayan bakteri kronik bir gastrit tablosuna yol açıyor. Bu kronik gastrit manzarası hemen hemen tüm Helicobacter pylori taşıyıcılarında görülmekle beraber vakaların %80’i bunu hissetmeden yaşamlarını sürdürüyor. Geri kalan %20’lik toplumda ise mide ve bağırsak ülserleri ortaya çıkarken mide kanseri riski de artmış olarak bulunuyor. 

Bazı insanlarda niçin hiç bulgu ortaya çıkmaması, bazısında ise tam aksine oldukça belirgin hastalık belirtilerinin bulunmasının nedeni tam olarak izah edilememiştir. Genel olarak artan yaş ile bulguların görülme olasılığının arttığı kabul edilebilir. Yer yer kişiden kişiye bakterinin gücünün (patojenite) de farklı olabileceği öngörülebilir. Çoğunlukla normal mide tedavisine klaritromisin ve amoksisilinden oluşan bir antibiyotik kombinasyonununun eklenmesi bu bakteriye karşı başarılı sonuç vermekle birlikte bakteri varlığı gösterilen herkese bu tedavinin uygulanması da tartışılır durumdadır. Bir görüş bulgu ve belirti vermemiş taşıyıcılara ancak yüksek risk grubunda yer alıyorsa veya yakın ailesinde bu tip bir hasta yer alıyorsa antibiyotik tedavisi rejiminin uygulanması yönündedir. Bu görüşün karşısında ise bulgusu olmayan kişilere kesinlikle antibiyotik verilmemesi gerektiğini savunanlar bulunmaktadır. İkinci görüşün dayanak noktası lüzumsuz antibiyotik kullanımının bakterilerde direnç oluşumunu kolaylaştıracağı ve giderek daha güçlü bakteri soyları ile karşı karşıya kalacağımız şeklindedir. 

Mide şikâyetleri genellikle basit bir yanma-ekşimeden, kıvrandırıcı ve gece uykudan dahi uyandırabilen ağrılar ve yemek borusuna kadar uzanan yakıcı ağrılara kadar varabilmektedir. Rahatsızlığın ülser (mide mukozasında yara) mi yoksa halen gastrit (mide mukozasının basit enfeksiyonu) aşamasında mı olduğu, yerleşimin ağırlıklı olarak mide mi yoksa onikiparmak bağırsağında mı olduğu, ya da yemek borusuna kadar uzanıp uzanmadığı hakkında kesin bilgi ancak endoskopi ile elde edilebilir. Bunun için hastaya ince bir hortum şeklinde yutturulan tetkik aracının içerisindeki optik sistemler vasıtasıyla yemek borusundan onikiparmak bağırsağına kadar tüm bölgeler ayrıntılı bir şekilde gözle görülebilmektedir. Aynı zamanda cihazın ucundaki aletler ile alınan küçük bir mukoza örneği biyopsisinde Helicobacter varlığı ya da yokluğu da olarak araştırılabilmektedir. Sonuçta tedaviye antibiyotik eklenip eklenmeyeceğine de bu testin sonucuna göre karar verilebilmektedir. 

Aslında mide şikâyetleri ile hekime başvuran hastaların yarısından çoğunun gerçekte organik bir rahatsızlığının bulunmadığı görülmüştür. Psikolojik ve psikosomatik bileşenleri de olan bu durumdaki kişilerin genel olarak birtakım uyarıcı faktörlere daha hassas tepki verdikleri görülmüştür. Mide –bağırsak sisteminin kas tabakası içerisine yerleşmiş olan özel sinir ağının özel egzersizlerle kontrol altına alınmaya çalışılması bu tip hastalarda çözüm olabilmektedir. Çok inatçı vakalarda psikoterapi gereksinimi doğabilir. 

Son olarak mide şikâyetlerinde sıklıkla kullanılan ilaçlar ve bunların ne şekilde etkili olduğunu özetleyecek olursak: 

Antiasitler: Çoğu magnezyum ya da alüminyum içeren şurup ya da çiğneme hapı şeklindeki bu ilaçlar mide asidini nötralize ederek uzaklaştırma yoluyla etkili olmaktadır. 

H2-reseptör blokerleri: Başlıca simetidin, ranitidin ve famotidin etken maddelerini içeren bu grup asit salgılayan hücrelerde bu salgıyı uyaran histamin maddesi için özelleşmiş reseptörleri kapatarak etki göstermektedir. 

Proton pompası inhibitörleri: Omeprazol, lansoprazol, pantoprazol şeklinde özetlenebilecek bu maddeler asit salgılayan hücrelerin doğrudan salgı pompasını bloke etmektedir. Asit salgısını bloke edici özelliği H2-reseptör blokerlerinden daha güçlüdür. 

Prokinetik maddeler: Metoklopropamid ve domperidon gibi maddeler mide-bağırsak düz kaslarının hareketlerini uyararak mide boşalmasını hızlandırır ve mide ile yemek borusu arasındaki kapağı (kardiya) kasarak mide asidinin yemek borusuna kaçmasını engeller. 

Spazmolitikler: Mebeverin ve N-butilskopolamin gibi kas gevşetici maddeler kramp tarzındaki ağrılar söz konusu olduğunda etkili olmaktadır. 

Bitkisel reçeteler: Çok çeşitli ve kombine etkinlik gösterebilen bitki karışımları vardır. Örneğin, çok miktarda alınan nane ve kimyon yağının kramp çözücü etkisi vardır. Enginarın safra akışını hızlandırıcı dolayısıyla hazmı kolaylaştırıcı etkisi bulunmaktadır.

Yorum Yap

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Giriş Yap

Yorumunuzun kontrolden geçtikten sonra yayınlanacaktır.

...